12 Eylül dönemi, Türkiye’nin toplumsal dönüşümünü derinlemesine ele alıyor. Unutuşlar Ülkesi, geçmişin izlerini günümüze taşıyarak, bu kritik dönemin etkilerini ve toplumsal bellek üzerindeki yansımalarını inceliyor.
Hayal meyal hatırlıyorum; 12 Eylül, toplumumuzun üzerinde bir silindir gibi ilerleyerek geçmiştir. O dönem evlerde plaklar ve kasetler ateşe veriliyor, müzik ve sanatın ruhu susturuluyordu. En büyük suç, “okumak” eylemi haline gelmişken, televizyon ekranlarında Dallas’taki Ceyar’ın entrikaları hayatımıza hâkim olmuştu. Bir elinde ayet, diğerinde söylev tutan bol yıldızlı paşa, kalabalık meydanlara çıkıp “netekim”le başlayan uzun cümleler kurarak gelecek vaat ediyordu! GELECEK UZUN SÜRER! İşte şimdi, o kurgulanmış gelecekten geçiyoruz.
Yola huzur dolu mahalleler inşa edileceği iddiasıyla çıkılmıştı; fakat artık çok katlı binaların ve bir avuç yeşilin “çevre düzenlemesi” olarak pazarlandığı sitelerde kimse birbirini tanımıyor! Milli ve muhafazakâr nesil hayali, hayatın içinden geçip giden, yarından umutsuz gençlerle birlikte ne yazık ki tuzla buz oldu. Uzun bir yolculuktu bu: Arabesk ve taverna nağmelerinin ezan sesine karıştığı, hamasi marşların “müstehcen” dergilerle aynı poşette pazarlandığı bir serüven…
Bir meçhule doğru ağır ama kararlı adımlarla yürüyen koca bir ülke ruhundan soyundu. Beyaz ve “beyaz” kavramları arasında kaybolmuştu. Dümeni göz yaşartıcı bir hızla sağa kıran ve yeni düzenle uyum sağlayan bir grup “aydın”, bıyık tartışmalarıyla işe koyulmuştu. İdeolojiden kurtulmak ve kendi deyişleriyle “özgür bireye” dönüşmek için bu, elzem bir başlangıçtı.
Kimi kadın özgürlüğünü bedenin sınırlarına çekti, kimi erkek dergilerinde ikbalinin peşine düştü, kimisi de Amerika’yı yeniden keşfetmenin hazzını doyasıya yaşadı. Dünün Nobel’li yazarının otobüslere kazınan devasa reklam bombardımanına hayranlıkla bakanlar, sonrasında muhteşem (!) bir teorik arka planla süslenmiş jargonlarına “yetmez, ama…” diyerek devam edeceklerdi. Kimi için beyazlar kirlenmişti; ama peki beyaz, “beyaz” mıydı gerçekten?
Farkında mısınız, toplumsal dönüşümde kültür ve sanatın ne denli önemli bir rol oynadığını umutsuzca haykıranların ufuktan silinmesiyle “yeni” diye pazarlanan “şey” arasında bir devamlılık var. “Kimse kusura bakmasın, sanat biraz da elit bir meseledir” savunusu, Goya’nın Hayaletleri’ni Duchamp’ın pisuvarında boğuyor! Artık çareyi erkte arayan, sanatta gelişmenin yolunun özel teşebbüsü teşvik etmekten geçtiğine inanan bir ordu var. Tuhaftır; erk, kültür ve eğitim politikalarından yakınırken oluyor bütün bunlar.
Dünün “evet”çileri, ortaya çıkan boşluğa yüzleri kızarmadan yeniden talip oluyor ve “somut durumun somut tahliline” hızla girişebiliyorlar. Burası Unutuşlar Ülkesi. Aynı nehirde yüzlerce kez yıkanıp, eylemlerini ilk kez yapıyormuşçasına masum davranabilenlerin yaşadığı bir yer.
Biliyorum, anlamı olmayan bir yazı bu; sanki zorlama. Denizleri bardak altlığı yaparak hayata tavır koyan “radikaller”in idealizmle ilişkisinin ne kadar faydasız olduğunun bilincindeyim. Desem ki, Che tişörtünü pazarlayanlarla seni asacak ipi yine sana parayla satanlar aslında aynı kimseler… Picasso’nun yemeğindeki sosta; Guernica’da, Nazi bombardımanında can veren çocuğun kanının tadı var. Kahlo’nun hayranlıkla seyrettiğin entarisindeki işlemelerde, Cortes ve diğer konkistadorların bulaştırdığı vebadan izler bulunuyor. Fayda etmeyecek…
“Çağdaş” sanatın, “yeni” sinemanın, imge yüklü şiirlerin, post-modern edebiyatın ve daha birçok şeyin suyu bulandırmasının üzerinden asırlar geçti, biliyorum. Yine de bu primitif söylem, bu akıntıya karşı durmaktan aciz naif eylem burada kalsın. Düştüğümüz yer öyle açık seçik ki…
Kaynak: Antalya Körfez